Gazetecinin ölümü

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • Seyit Evran herkesten farklıydı. Öfkesine yenilmeyenlerin soyundandı, O. Yazılarında kin ve öfkesini yüreğine gömüyordu. Soğukkanlı. Öfkeden rınık, arcak ve sade kelimelerle yol alan bir anlatıcıydı. Onu bu halleriyle sevdim.

Yazının başlığını, Ahmet Altan’ın 1970’lerin başında çevirdiği Amerikalı Yazar Horace McCoy’un aynı adlı romanından aldım. Amerika’nın büyük ekonomik bunalımını anlatan “Atları da vururlar“ kitabının da yazarı olan McCoy, “Gazetecinin Ölümü“ kitabında ise ülkedeki ırkçı terör ve bu vandallığa karşı tek kişilik ordu olarak savaş açan gazeteci Mike Nolan’ın hikayesini, bu yolda ölümünü anlatıyor.
Düşündüm ki, hayatını Türk, Arap ve Perslerin Kürtlere reva gördüğü vahşi ırkçılıkla savaşıma adayan Seyit Evran’ın hikayesini en iyi Horace McCoy’un “Gazetecinin ölümü“ sözü özetler. Bu düşünceyle başlık yaptım.
Severek okuduğum bir çok yazar gibi Seyit Evran’la da, hiç yüz yüze gelmedim. Ama yazılarını sevdim ve rastladıklarımı okudum. Mayası sağlam bir kalemdi O. “Gerçek ayrıntıda saklıdır“ diye bir söz vardır, yazı dünyasında. Onun da gereksizliklerden arınmış güçlü bir sezgi ve ayrıntıları görme yeteneği vardı.
Ben gazeteciliğin A’dan Z’ye kadar her alanında koştum, ama savaş muhabirliğim hiç derekesindedir. Gencecik yaşımda, Kıbrıs işgalini izlemeye gittim. Ama rehberlik eden Türk askerleri, körlemesine bir gidişle bizi Rum gençlerin barikatına götürdü. Ellerimizi havaya kaldırıp teslim olduk. Bir haftalık mahpusluktan sonra, hiç bir yeri ve cinayetleri göremeden geri döndük.
Ama savaş muhabirlerinin yazdıklarını okuya geldik. “Güneş de Doğar“, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor“ ve “İhtiyar Balıkçı“nın da yazarı olan Amerikalı Ernest Hemingwey’in Birinci Dünya Savaşı ve İspanya İç savaşına dair yazılarını, destansı “Durgun Don“ romanının yazarı Rus Şolohov’un cephe yazılarını okuya geldik. Meksikalı isyancı Emiliano Zapata’dan sonra, Lenin’in darbesini izleyerek “Dünyayı Sarsan On Gün“ü de yazan Amerikalı John Reed’in yazılarını da...
Gördüğüm kadarıyla Seyid de, “ben“ diyerek, kendini öne çıkaranlardan değildi. O Kurdistan’ın yalın “Hewar“ sesiydi. Ama Kurdistan ve Kürtlerin özgürlük mirasçısı olarak doğanlardandı. Miras,Kurdistan Şeyh Said’le yürüyen ve hayat parantezini barbarın ipi ucunda kapatan dedesinden kalmaydı.
Kuzey Kurdistan’da, “Disa Hewaré“ diyen ses yükseldiğinde üniversitede öğrenciydi. Ve ruhunun çağrısına uyarak, canını, mal, mülkünü feda ederek ayağa kalkan halkına katıldı. Yönünü dağlara verdi. Gerilla saflarında isyancı olarak savaştı. Sonra, barbarlar üçgeninde en zor savaş dalı olan gazeteciliği seçti. Kurdistan’ın dört parçasında cepheden cepheye koşan bir savaş muhabiri oldu.  
Her savaş ve onun doğurduğu kollar farklıdır. Kurdistanlı gazetecilerin kolları daha farklı...
Hiç bir zaman, Batılı savaş muhabirleri gibi cepleri dolu olmadı. Şehirlerde en iyi otellerde yatıp kalkma olanakları da olmadı. Dağlarda, gerillanın bulduğu koşullarla yetindiler.
Ayrıca, tüm savaş muhabirlerin ortaklaştığı tek nokta vardır: Nereden ve nasıl geleceği bilinmeyen kaza kurşunu. Ancak Kürt gazeteciler durumu oldukça farklıdır. Onlar doğrudan ve kinli kastın hedefi, düşmandır. Dünyanın başka yerlerinde görüntü alma, fotoğraf çekme çabasıyla öne çıkıp vurulma kazaları oluyor, tabii ki.
Ama Kürt gazeteciler, aydınlığa, aydınlıkta ışıldayan gerçeğe düşman bir ortamın ter dökenleridir. Türkler, Arap ve Persler...
Ötekiler yerlerinde dursun Türklere bakalım: Yarasa gibi suçlarını örten karanlığı seviyor, aydınlıktan nefret ediyorlar. Gazeteci de hakikatin, yani aydınlığın arayıcısı, dolayısıyla düşmandır. Bu yüzden, savaş yılları boyunca sayısız Kürt gazeteci hedeflenerek tetik çekildi. Kaçırılarak yok edildiler. Bombalarla parçalandılar. Haber yazısı da, yorum ayrı, ayna gibi yalnızca yalın gerçeği yansıtan fotoğraf kareleri bile suç yaftası olarak Kürt gazetecilerin boynuna asıldı. Hapishaneler Kürt gazetecilerle dolu.
Seyit Evran, Kurdistan’ın “hewar“ seslerinin güllerinden biriydi. Adanmış bir aydınlatmacı, yani gazeteciydi. Ama ben, onun kadar kalemi kinden, öfkeden arınık bir başka kalem görmedim. Hepimiz, bazan olay ve olguları bir yana bırakıp kinimiz, öfkemizi emziriyor, yatıştırıyoruz. Seyit Evran herkesten farklıydı. Öfkesine yenilmeyenlerin soyundandı, O. Yazılarında kin ve öfkesini yüreğine gömüyordu. Soğukkanlı. Öfkeden rınık, arcak ve sade kelimelerle yol alan bir anlatıcıydı. Onu bu halleriyle sevdim.
Geçenlerde Siyadem’i anlatıyordu. Öfke yoktu cümlelerinde. Kin de. Ama ben göz yaşlarımı silerek okuyordum.
Seyit Evran, bu bakımdan hayatı boyunca gerçeğin gizlendiği tehlikeli sularda yüzdü. Umudun yollarında hedef oldu. Türklerin silah menzilinde, başka bir deyişle timsahı bol sularda gerçeğin izini sürdü. Savaşın kanlı yıkıntıları arasında gerçeği aradı. Sevdiği adanmışları, yerde kan içinde gördü. An oldu, onları kaldırıp sırtında taşıdı. Ama hayatta kalma başarısı gösterdi.
Gıyabi dostum Seyit, düşmanlarının kurşununa değil, keder, öfke ve kin dolu yüreğine yenildi, sonunda. Halkı onu kucağında taşıyıp ardından göz yaşı dökerek uğurladı...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.