Yılmaz Güney

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • Yılmaz Güney gibi bir adam, onursuzca başını eğmediği için, o günden beri suçlanıyor. Dert değil. Herkes kendince onurludur. Bunlar düello nedir, hiç bilmediler. Hep pusucuydu bunlar.

Soyunu, kökleri, aidiyetini aşağılayıp Türk ırkçılığını yücelterek yaşamaya çalışan devşirme çocukları, Yılmaz Güney’i yeniden hedef almaya başladılar.

Hep böyle ve öyleydi bunlar. Tek yalnız ve güçsüz gördüklerine saldırarak geçinmeye çalıştılar. Aç kurtlar gibi dişlerini çak çak birbirine vurarak, Küçük Asya’nın yerli halklarını kırdılar, kalanı sürerek malları, mülkleri, zenginliklerine çöktüler. Bu yoldan giderek ev, arazi, sermaye sahibi oldular.

Ama hızlarını alamayınca, kanda servet aradıkları süreçte, kendilerine en yüksek destek ve güç katan Çerkezleri, sessiz kalan Yahudileri de darmadağın ettiler.

Sonra sıra Kürtlere geldi. İstisnasız tümü bir ve beraber olup yer yüzünün kendine has kültürü, yaşama edası olan kadim Kürt halkının soyunu kurutmak üzere saldırdılar. İnsana has olan vicdanları yok, hiç olmadı. Kupkuru, puç olmuş insanlıklarıyla yüz yıldır, Kürt kırıyorlar.

Kurtlar sürüde hasta veya yaşlı olanı av olarak seçiyor. Bunlar güçsüz ve yalnızlar...

Yalnız bir ülke olan Suriye’nin devlet başkanı Esat, geçenlerde ülkesinin işgalini anlatırken, “Türkler her şeyimizi, fabrikalarımızı, buğday ve zeytinimizi de çalıp götürdüler” diyordu.

Oysa Kurdistan’da, çocukların ağzındaki lokma dahil, hiç bir şey bırakmadılar. Çalacak bir şey kalmayınca da ormanları, tek kalmış ağacı çalıp götürdüler.

Her ne ise konumuz bu değil. Kurdistan’da toplu kırımdan, tek tek değerli insan avına çıktılar. Sürgün taburları düzenlediler. Sonra, toplumda boy verip öne çıkan aydınlar, sanatçılara dadandılar. İnsanlar savunmasız, karşı koyacak güçleri yoktu. Onları avlayıp yok ettiler. Zindanlarda çürüttüler. Kalanları ülkelerini terke zorladılar. Ya da sürgün taburları düzenlediler.

Ahmet Kaya, Kürtlüğünü dillendirmediği sürece, milyonlarca çakma Türk’ün de tapınırcasına sevdiği bir müzisyendi. Ama günün birinde köklerine dönüş yolunda, “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” deyince, barbarların hücumuna hedef oldu. O ses çağlayanı sürgünde öldü.

Türk sinema yıldızlarından Tarık Akan’ın da “bir dehaydı” dediği Yılmaz Güney, aidiyetini öne çıkarmadığı sürece “Çirkin Kral”dı. Yürüyüşü, bakışı ve davranışlarıyla da taklit edilen bir kült, destansı bir kişilikti. Filmlerinin gösterildiği sinemalar dolup taşıyordu.

Ama Kürtlüğünü dillendirdiği andan itibaren, dönme, dönek Türkler, ihanete uğramış gibi oldular. Terör devleti, tüm gazabıyla ona yöneldi. Canı almak üzere hedefe oturttular. Türk solcularına yardımdan tutukladılar. Uzun tutukluluktan sonra, film çalışması için gittiği Adana’da, çalışma arkadaşlarıyla akşam yemeğindeyken, yanında oturan eşi bir savcının sözlü tacizine uğradı. Taciz fiili saldırıya dönüşünce, Yılmaz Güney için, “çı dıbe bıla bıbe” diyen Kürt düellocu ruhu ayağa kalktı. Onur, onurunu savunmak zorunda kaldı. Film çalışması için yanında bulundurduğu, onur davasında ateşledi ve saldırgan öldü.

Yılmaz Güney gibi bir adam, onursuzca başını eğmediği için, o günden beri suçlanıyor. Dert değil. Herkes kendince onurludur. Bunlar düello nedir, hiç bilmediler. Kimse Tatar Çetin Altan gibi işkencecisini kastederek, “bir generalle düello etmek istiyorum” demedi. Yazar Puşkin gibi düelloda hiç olmadı. Hep pusucuydu bunlar.

Selahattin Demirtaş’a yaptıkları gibi Yılmaz Güney’e de pusu kurdular. Yakalayıp hapis yatırdılar. Hapis yatarken, dergide yazdığı yazılar yüzünden mahkumiyetler yağmaya başladı. Toplam yetmiş yılı bulan cezalar da yoldaydı. Onu, cezaevinde çürütecekleri anlaşılmıştı. O da, izinle çıktığı cezaevine geri dönmedi. Yurt dışına çıktı. Fransa’da öldü.

Ama onu, rahatça devletten iş, kazanç edinmek isteyenler, saf kan Türklüklerini ispat adına ölüsünü de rahat bırakmadılar. Ona saldırmaya devam ettiler. (Sinemaya yeni bir soluk getiren, çehre kazandıran devin savunmaya ihtiyacı yoktu. Ama ben, bundan sonra, gözlere sokmak üzere, portresi olan “Yılmaz Güney Efsanesi” kitabını yazdım)

Saldırılar, zamanla kabuk bağlamışken, işveli kırıtmalar sayesinde televizyon dizilerinde yer bulan Farah Addullah denilen bir Arap devşirme, geçenler pazarda kendine yer bulma çabasıyla sıçan dilini ona uzattı. Onu başkaları da izledi. Irkçılığın geçim yolu olduğu bir rejimde, normaldir bu haller. Çünkü Kürtlere saldırmak, Türklüğünü kanıtlama, göze girip kazanç yolunda ilerleme demektir. İş tutmak isteyen herkes bu yolu tutuyor.

Aptallığı yüzünden akan bir tip vardı sinema sektöründe. “Babam hamaldı” diyerek kendini acındıran bir lümpen. “Hamalların oğlu solcu olur” diye düşünmüş olmalı ki “solculuk da bende” diyen biriydi. Kemal Sunal ile Şener Şen’in gölgesinde aptal rollerinin değişmez tipiydi. Ama yıllar var ki, kimse ona iş vermiyordu. Saldırıya katılanlardan biri de oydu. O şimdi ödülünü bekliyor...

 

FEVZİ ÖZMEN’İ KAYBETTİK

Fevzi Özmen, Kürt halkının unutulmaz evlatlarından biriydi. Erzurum’un Çat ilçesindendi. Sıcacık gülüşlü bir bilge, değerli bir risîpî, Kürt ve Kurdistan davasının kalem savaşçılarındandı. Kürtçe yazıyordu. Dil bilimci ve hikayeciydi.

KNK ve Kürt Pen üyesiydi Fevzi Özmen. Seveni çoktu. Sürgünde geçip giderken geride hikayeler ve bir de Kürtçe-Türkçe sözlük bıraktı.

Ailesi, sevenleri ve hayatını adadığı Kürt toplumunun başı sağ olsun...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.