Dune mitolojisi ve Villeneuve

Kültür/Sanat Haberleri —

Dune Afiş/foto:AFP

Dune Afiş/foto:AFP

  • Dune serisini benzerlerinden farklı kılan en önemli unsurlar, dil ve ses imgelerinin yoğunluğuydu. Villeneuve’ün Dune projesi, ilk filmdeki eksikleri bir ölçüde gidererek Herbert’ün evrenine yaklaşmayı başardı diyebiliriz. Yine de bu atmosferi ve mitolojiyi anlamak için gereken kilit noktalardan bazıları havada duruyor.

BİLGE AKSU

2021’de pandemi sonrası kitleleri sinemaya döndüren filmin, Dune serisinin ikincisi mart başında gösterime girdi. Frank Herbert’ün 1965’te yayımladığı bu kitabın sinemaya aktarılma mücadelesi en az kitap kadar konuşulan bir meseleydi. 70’lerin başındaki ilk başarısız girişim, 1984’teki David Lynch filminin ortaya çıkışına kadar birçok kez gündeme getirilmiş ve her seferinde altından kalkılamayıp vazgeçilmişti. 84’teki Lynch versiyonu ise ne yapımcı, ne okuyucular tarafından beğenildiği gibi, yönetmenin kendisi bile filmi sahiplenmemişti. Bu sonuçtan itibaren uzun yıllar kimse Dune serisini senaryolaştırma cesaretini gösteremedi. Çağımızın bilimkurgu baronu Denis Villeneuve ortaya çıkıp, ‘Hadi şu işi halledelim!’ demeseydi, hayal alemimizde oynatıp durduğumuz devasa ama başarısız kum solucanlarından ibaret imgelerle yetiniyor olacaktık.

İlk film esasen beğenildiği kadar eleştirildi de. Bundaki en büyük sebep, Villeneuve’ün evreni tasarlarken belirgin imgeleri azaltma yoluna gitmesiydi. Herbert’ün seneler boyu titizlikle ördüğü birçok unsur ya tamamen çıkarılmış görünüyor ya da gereğince işlenmemiş hissettiriyordu. Her ne kadar Atreides’lerin Arrakis’e yerleşmeleri ve buradaki oryantasyon fena kotarılmamışsa da, çöle yapılan keşiflerde ve sonraki zorunlu kaçak hayatında, çöl ikliminin taşıdığı zorluklar seyirciye çok az geçiyordu. Zaten birçok olumsuz eleştiri de bu minvalde ortaya kondu. İlk filme dair bu sayfada yazdığım yazıyı da aşağıya bırakıyorum, bütüncül olarak bakmak isteyenler için faydalı olabilir:

Dune: Sinematik Meziyet, Edebi Zafiyet: https://justpaste.it/8pzep

Yazıda da belirttiğim üzere ben şahsen, ikinci filmin buradaki eksikleri tamamlayacağını düşünen ve beklentisi yüksek olan taraftaydım. Çünkü yaklaşık 700 sayfalık böyle katmanlı bir eserin kolay kolay görselleştirilemeyeceği oldukça açıktı. Üstelik söz konusu katmanlar birbirinden öylesine farklı ve yine de birbirini tamamlayıcıydı ki, bu geçişleri kayıpsız biçimde aktarmak kimsenin harcı değildi. Neyse ki düşündüğüm gibi, ikinci film birçok eksiği yerine koymayı başardı.

Dil ve ses imgeleri

Dune serisini benzerlerinden farklı kılan en önemli unsurlar, dil ve ses imgelerinin yoğunluğuydu. Bene Gesserit’lerden Fremen’lere kadar, bu evrendeki bütün topluluklar için ses unsuru hayati önemdeydi. Bene Gesserit cadıları, belirli bir eğitimle elde edilen farklı bir frekansı kullanarak insanların zihnini kontrol edebildikleri sesler çıkarabiliyor; Fremenler ise çöl solucanları tarafından yok edilmemek için, ses ve ritmi özelleştirdikleri bir çeşit yürüyüş geliştiriyordu. Koca koca gezegenleri yöneten Baronlar ya da Kontlar, kimseye güvenemedikleri için ‘sessizlik konisi’ adı verilen özel tasarımlı odalar kuruyor; çölü baharata bulayan solucanlar ise yönlerini yalnızca ritmik seslere göre ayarlayabiliyordu. Villeneuve, yanına Hans Zimmer’ı alarak bu işin üstesinden gelmeyi başardı. Meselenin dil kısmına geldiğimizdeyse, Arrival’ı çekmiş bir yönetmenin bu noktada zorlanacağını zaten kimse düşünmemişti.

Yine serinin ruhunu yansıtması anlamında filmden beklenen bir başka unsur, güç odaklarının dağılımı ve bunun nelere dayandığıyla ilgiliydi. Binlerce yıla dayanan Dune mitolojisine göre halihazırda kurulmuş olan sistem, Loncalar Çağı olarak geçiyordu. Bir milat olarak kabul edilen Lonca sistemi, ‘Büyük İsyan’ denilen Butleryan Cihadı’nın bitişinden sonra kurulmuştu. Söz konusu savaş, esasen makineler ve insanlar arasında yaşanmış ve insanların, düşünen aygıtlara karşı aldığı büyük zaferle sonuçlanmıştı. Evrenin ilk yok oluş tehdidini ihtiva eden bu uzun süreli mücadeleden sonra birçok önlem alınmış, insan gibi düşünen makinelerin yapımı yasaklanmış ve kuralları oldukça sıkı bir öğreti inşa edilmişti. Bu öğretinin içinde, ezoterik bir yöntemle, gerçek insan genetiğinden bir makine yaratmayı tasarlayan Bene Gesserit topluluğu da mevcuttu. Bu topluluk, binlerce yıla dayanan bir plana bağlı olarak, belirli soyları birleştirip kusursuz insanı yaratmayı, yani filmdeki Paul’un temsil ettiği Kwisatz Haderach’ı dünyaya getirmeyi amaçlıyordu.

İlk filmde bu mitolojik referansların yeterince verilmeyişi, kitaplardan habersiz sinema seyircisinin evreni yeterince anlamamasıyla sonuçlandı. Tabii işin ironik yönü, bu evrenden habersiz seyirci için Dune filmi, aynı zamanda bir görsel şölen vaat ettiğinden, malum eksikler konusunda üzülenler yalnızca kitaptan haberi olanlardı. Bu kısmı hepimiz ağlayarak günlüğümüze yazdık, başka da çaremiz yoktu.

 

 

Mitolojik arka plan

İkinci filmin getirdiği en önemli açılım, işte bu mitolojik arka planın biraz olsun denkleme katılmasıydı. Özellikle Fremen’lerin inanç sistemi, bizzat Fremenler tarafından dahi sorgulanır hale gelmiş ve Bene Gesserit’lerin binlerce yıla uzanan manipülasyon geleneği konuşulur olmuştu. Hikayeye göre bu topluluk güç kazanmaya başladığında, evrendeki en önemli gezegen olarak görülen Arrakis’e de temsilciler göndermek ve burayı kontrol altında tutmak zorundaydı. Fakat bu gezegende hiçbir buyruğa itaat etmeyen vahşi Fremen toplulukları bulunduğundan, eğer bir rahibe onlarla karşılaşırsa hayatta kalması için önlem alınması gerekliydi. Bu sebeple, yıllara yayılan bir öğreti olarak, Lisan’ül Gayb, yani dışarıdan gelen kurtarıcı imgesi ortaya çıkarıldı. Mesih olarak görülen bu kişiye dair alametlerin belki de en önemlisi, bir Bene Gesserit cadısından doğmuş olması gerekliliğiydi.

İkinci filmin daha girişinden itibaren Fremen’ler arasındaki ayrışmayı öne çıkaran yönetmen, bahsi geçen eksikliği oldukça iyi bir yöntemle gideriyordu. Chani ve arkadaşlarının temsil ettiği genç muhalifler, Stilgar ve kuşağının peşine düştükleri inanç sistemini sorguluyor, Paul ya da Jessica’nın kutsallığını kabullenmiyordu. Onlara göre bir rahibenin gelip Ab-ı Hayat’tan içtikten sonra ölmemesi, zaten egemenlerin yaydığı bir öğretiden ibaretti. Binlerce yıla yayılan bu manipülasyon, Fremen’leri aşağılamaktan başka bir şey olamazdı. Buradaki tartışmaya Paul’ün dahil olması da yönetmenin güzel bir hamlesiydi: Jessica bir Bene Gesserit mensubu olarak, zaten zehirleri suya dönüştürme eğitimi almıştı; ortada mucize değil, sıkı bir eğitim vardı. Bütün bunları fark eden Jessica’nın sonraki sahnede henüz doğmamış Alia’yla konuşurken, zayıflardan başlayarak herkesi ikna etmeleri gerektiği vurgusu da tamamlayıcı bir öğeydi.

Chani: Feminist ikon

Tabii tam bu noktada, Villeneuve’ün tercihlerinden de bahsetmek gerek. Kitapta oldukça itaatkar görünen ve bu kadim inancı samimiyetle temsil eden Chani karakteri, filmde adeta feminist bir ikona dönüştürülmüştü. Örneğin Jessica’nın Ab-ı Hayat içtiği kısım, kitapta bizzat Chani’nin yönettiği bir ritüelken, filmde Chani bu olaya müdahil olmak bir yana, en büyük muhalefeti gösteren kişiydi. Ayrıca ‘Sihaya’ lakabını da dinsel referansı nedeniyle kullanmıyor, Paul’ün ona öyle seslenmesini istemiyordu. Hatta kitabın finalinde, Paul’ün Prensesle evlenmeyi dillendirdiği kısımda büyük bir huşu içinde meseleyi kabullenmişken, filmde herkes diz çöktüğü halde o ayakta kalıyor ve akabinde sarayı terk ediyordu. Villeneuve’ün Chani’si, Paul’ün peygamberliğine her zaman karşı duran bir yerdeydi. İlk bakışta, orijinal esere yapılmış çok büyük bir müdahale gibi görünse de bu hamleler, Villeneuve’ün Dune evrenini ne ölçüde analiz ettiğini gösteriyor bana kalırsa.

Paul’ün mucizeyi kabullenme süreci de bu filmde toparlanan kısımlardan biri. İlk filmde Jessica’yı böyle bir işe giriştiği için suçlayan, bir ergen irisi kıvamında ona bağırıp çağıran Paul, ikinci filmde söz konusu öğretinin gerekliliğini fark ediyor ve başlarda muhalif tavrını sürdürse de bizzat kendi iradesiyle Ab-ı Hayat’tan içmeyi tercih ediyordu. Sonraki sahnelerde özgüveni ve iradesi iyice yükselmiş, liderlik pozisyonunu kabullenmiş bir Muaddib’le karşılaşma sebebimiz işte bu testi yerine getirmesiydi. Herbert’ün kurduğu denklem, bütün resme baktığımızda gücü kabul eden ama bu güçle ne yapması gerektiğini bilemeyip bocalayan bir kurtarıcı imgesini içerdiğinden, filmdeki dönüşüm aşamaları epey etkileyici olmuş diyebiliriz. Paul’ün bir sonraki filmde diktatöre dönüşeceğinin emarelerini de Chani’yle olan ilişkilerinde bir tohumlama olarak görmüş olduk.

Gladyatör sahnesi

Villeneuve’ün müdahalelerinden bir başkası da Feyd Rautha’nın bulunduğu kısımlara dairdi. Kitapta Harkonnen’ların veliahtı olarak görülen ve epey tehlikeli bir potansiyel taşıdığı sık sık dile getirilen bu karakter ilk filmde hiç bahsi geçmeyenlerdendi. Hatta sırf bu sebeple, Harkonnen’ların yalnızca yok etmeye dayalı kötücül bir güçten ibaret çizildiği söylenmiş, onların geniş çerçevedeki planlarına değinilmediği belirtilmişti. Bu filmde kitabın akışını epey değiştiren yönetmen, kritik bir noktaya çeşitli Feyd Rautha sekanslarını toplamış ve bu açığı kapatmış. Bu karakter aslında Bene Gesserit topluluğu ve Dune evreni açısından çok önemli. Senelerce yürütülen gizli proje, Kwisatz Haderach’ı yaratma gayesi, hikayenin özünde Jessica’nın doğurması gereken kız çocuğuyla Feyd Rautha’nın evlenmesini gerektiriyordu. Bu ikisinden doğacak erkek çocuk ise beklenen kişi olacaktı. Fakat Jessica öğretiye ihanet edip Atreides dükünden kız yerine erkek çocuk doğurunca, Feyd Rautha taşıdığı bütün potansiyelle birlikte boşa çıkmıştı. İşte filmdeki, etkileyici gladyatör sahnesinden sonra Prenses Irrulan’la tasarlanan sahne, hem bu hikayeyi hatırlatıyor hem de bu açığı kapatıyordu. Finalde Paul’la olan dövüşünün önemi de böylelikle olması gerektiği seviyeye yükseliyor, çatışmayı doğal ve güçlü hale getiriyordu.

Villeneuve’ün anlam veremediğim müdahaleleri de söz konusuydu tabii. Bunlardan ilki Alia’nın doğmamış olması mesela. Jessica’nın Ab-ı Hayat’ı içtiği sahnede hamile olması sebebiyle, karnındaki çocuk da bu üst bilince ulaşıyor, doğduktan sonra bebek haline rağmen yetişkin bir bilge gibi konuşarak herkesi korkutuyordu normalde. Hatta ona hilkat garibesi ismi dahi verilmişti. Filmde bu ayrıntı epey değiştirilmiş, hatta Alia’nın gelişi üçüncü filme ertelenmiş. Buna dair makul bir açıklama bende yok şahsen. Paul’ün final sahnesinde daha güçlü ve otoriter görünmesini istemiş olabilir yönetmen.

Villeneuve’ün Dune projesi, ilk filmdeki eksikleri bir ölçüde gidererek Herbert’ün evrenine yaklaşmayı başardı diyebiliriz. Yine de bu atmosferi ve mitolojiyi anlamak için gereken kilit noktalardan bazıları havada duruyor. Fremen’lerin vaat edilen cennet fikri, depoladıkları suların ileride nasıl kullanılacağı, Pardot Kynes’ın kurduğu 400 yıllık proje hakkında yeterli bilginin olmayışı bana göre önemli hikayeleri anlamayı halen zorlaştırıyor. Filmin finale doğru giderken çok acele etmesi de belirgin bir sorun. Üçüncü filmin meselesi bambaşka olacağından, bunların orada tamamlanma ihtimali de az görünüyor. Ama Villeneuve’e güvenmek dışında seçeneğimiz yok, ne yaparsa yapsın izleyeceğiz muhakkak.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.