Evsizliğin mimarisi

Arif ALTAN yazdı —

  • Bir taşın, bir ağacın, bir avuç toprağın bile bir şey olmak istediğine inanan, dokunduğu her şeyi insanileştirenler… Evsizliğin olağanüstü mimarisi budur.

Taşları yontanları, mermere biçim veren esrarlı elleri incelerdi. Gözleri önünde taşın meleklere, mermerin kanlı canlı insan biçimlerine dönüşünü büyülenerek izlerdi. Atölyelerde ölümsüz yüzlere en güzel ifadeyi vererek kıvrımları kanlarıyla dalgalandıran ustaları, devasa ciltlerin ardından suyu ve ışığı durmadan yontarak zihnine eşsiz görünümler kazıyan bilginleri dinlerdi. Ayrıntıları kavrayan kıvrak bir zekâsı, sınırları zorlayan geniş bir hayal gücü, bütünü görebilen kararlı bir aklı, düşü gerçeğe dönüştüren güçlü bir iradesi vardı. Çabuk öğreniyor, sabırla uyguluyordu. Andrea di Petro Della Gondola olarak doğmuştu, otuzlu yaşlarına geldiğinde Andrea Palladio olarak ünü İtalya’nın sınırları aşıyordu.

Kont Gian Giorgio Trissino'nun ilgisini o sıralarda çekmişti. Bilimle hemhal bir dil bilimciydi Trissino. Erken bir işveren, cömert bir destekçi, mükemmel bir yol gösterici. Andrea’ye Yunan bilgi tanrıçası Pallas Athene'yi çağırıştıran Palladio ismini o verecekti. Bir Rönesans dönemi mimarıydı, ama bir ressam gibi bakar, bir heykeltıraş gibi yontar, çağının ruhunu sıkıştırıp şekillendiren yapı kurucu bir dahi gibi inşa ederdi Palladio. Evrende uyum ve armoni yaratan müzik sistemlerini inceler ve sonra bunu yapılarda kullanılabilecek oran sistemlerine adapte ederdi. Bugün İtalya’nın gururu, dünya kültür mirası listesini süsleyen ve her biri bir Rönesans sarayı olan Palazzo del Capitanio, Palazzo Chiericati ve en önemli eseri sayılan Villa Rotonda gibi ölümsüz yapılara adını verdi. Eserleri, kusursuz simetri ve uyumun başyapıtlarıdır. Zenginleri dururken gitti bir marangozun kızıyla evlendi ve hayatı boyunca asla içinde oturamayacağı, birbirinden güzel evler ve saraylar yapmaya devam etti. Halbuki Palladio kendisi için yapmamış, ailesiyle oturacağı kendisine ait bir tek evi olmamıştı. Ağustos 1580'de nice saraylar inşa ettiği Vicenza'da evsiz bir adam olarak gömülecekti.

Üç eseri dünya miras listesine girmişti. Sanat tarihine damgasını vuran Art Nouveau Akımı’nın öncüsüydü. Dili yasaklı bir mimardı. Dilini yasaklayan İspanyollar bugün onun eserleriyle gururlanıyor. Tüm mimari bilgisini karmaşık semboller sistemi ve inancın gizemlerine ilişkin görsel açıklamalarla birleştirerek bir yirminci yüzyıl katedrali yaratmayı arzulayan Katalan Mimar Antoni Gaudí’nin ilk önemli eseri, Vicens ailesi için yaptığı Barselona’daki Casa Vicens yazlık eviydi. Sonraları Güell Pavilyonu, Güell Sarayı, Güell Mahzeni, Colonia Güell Türbesi ve Güell Parkı, Teresano Koleji, Celvet Evi, Bellesgurad Villası, Battlo Evi ve La Pedrera adıyla bilinen Casa Milà gibi göz alıcı yapıları inşa etti. En ünlü eseri ise hayatını adadığı, ama ömrünün yapımını tamamlamaya yetmediği La Sagrada Familia Bazilikası’ydı. Gaudí, bir Haziran günü kırk üç yılını verdiği ve bitmek üzere olan eseri La Sagrada Familia'nın Sant Felip Neri Kilisesi manzarasından bakmak için yürürken kendisine çarpan tramvayın altında kaldı. Bitirse ve hayatta kalsa bile ancak uzaktan seyretmekle yetineceği yapının tamamlandığını göremeden can veren mimara, yardım etmeye bile tenezzül edilmedi. Çünkü perişan kıyafetler içindeydi ve başında toplananlar da sadece yerde yatan bir yoksula, işsiz ve evsiz bir dilenciye bakıyordu.

Mimarlar, sanatçılar ve zanaatkarlar! Bir de aynı anda hem mimar, hem sanatçı hem de zanaatkar olabilen, yani geçmişin ve çağımızın devrimcileri. Elbet öyle olduğunu zannedenler değil, gerçekte öyle olanlar. Tamamen kendine ait olanı bile kendine mal edemeyen, eserlerine kendileri dışında herkesin konduğu o esrarengiz yapı kurucular. Yeni bir ülke, yeni bir dünya tasavvuruyla canını ortaya koyanlar. Bir dayanak noktası bulduğunda, insan ruhunu gerçek anlamına kaldırıp çok yüksek mertebelere taşıyabilenler…

Kent artıklarına yeniden üşüşenleri izliyoruz şimdi, bir de yıllar öncesinde cesedi kurda kuşa yem diye yol kenarına bırakılmış, ne adını bildiğimiz ne yüzünü gördüğümüz o genç kadını hatırlıyoruz. Son anına kadar bütün aklının ve ruhunun sıcaklığını kendilerinin göremeyeceği hür bir dünyanın tuğlalarını döşerken kendilerine bir mezarın bile çok görüldüğü zamanımızın o muazzam mimarlarını. Bir taşın, bir ağacın, bir avuç toprağın bile bir şey olmak istediğine inanan, dokunduğu her şeyi insanileştirenler… Evsizliğin olağanüstü mimarisi budur.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.